15 Temmuz menfur darbe girişiminden sonra Sn. Cumhurbaşkanımız birkaç konuşmasında devletin yeniden yapılandırılacağını ifade etti.
Yeniden yapılandırma ihtiyacı aslında uzun zamandır var olan bir ihtiyaçtır. Darbe girişimi, bu ihtiyacın aciliyetini çok net ve tartışmasız bir şekilde ortaya koymuştur.
Evet devlet yeniden yapılandırılmalıdır ancak nasıl? Öncelikle yeniden yapılandırma, darbe girişiminin gölgesinde kalmamalıdır. Yani yeniden yapılandırma, bir tepki yapılandırması olmamalıdır. Sağlam bir felsefesi, bütün vatandaşları kucaklayan bir içeriği ve aydınlık bir geleceği olmalıdır.
Bu yazımı biraz dar tutarak, devletin ekonomi ayağının yeniden yapılandırılması konusunda birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum.
Devlette, ne 15 Temmuz öncesinde ne de sonrasında ekonominin yeniden yapılandırılmasına ilişkin müzakere edilebilecek öneriler yapılmış değildir. Tam tersine, 2000’li yıllarla birlikte eklemlendiğimiz küresel finans sisteminin gereklerini harfiyen yerine getiriyoruz. Diğer bir ifade ile ortodoks ekonomi anlayışının gerekleriyle çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Vatandaşlarımızın borçlanması ve fakirleşmesi pahasına yabancılara servet transfer ediyoruz. Zahmeti fakir fukara çekerken, sefasını rantiyeciler sürürüyor.
Eğer bir yeniden yapılandırma olacak ise işe ekonomiden başlamamız gerekiyor.
Ancak ekonominin yeniden yapılandırılmasının henüz söz konusu olmadığını anlıyoruz. Bu konuda, devlet yetkililerinin açıklamalarından birkaç örnek vermek istiyorum.
15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası İdare, birkaç hususa hassasiyetle dikkat çekmektedir. Öncelikle ‘likidite sorunu’ yaşanmaması için ellerinden geleni yaptıklarını görüyoruz. Merkez Bankası bu konuda gerekli en üst düzey tedbirleri aldığını açıklamıştır.
Pekiyi ‘likidite sorunu’ korkusu nereden kaynaklanıyor?
Tabi ki ortodoks ekonomi anlayışından! Şöyle ki, bir panik olur da millet parasını çekmek için bankalara koşar da para bulamazsa, daha büyük ve yıkıcı bir paniği tetikler. Çünkü mevcut anlayışa göre merkez bankasının piyasaya borç olarak verdiği parayı, bankalar rakam olarak kat be kat artırmaktadır. Ülkemizde şu anda yaklaşık 15 kat artırmıştır. (Bu konuda detayları Borca Dayalı Para Sistemi’ne (BDPS) ilişkin yazılarımda bulabilirsiniz.) Şimdi merkez bankası, bankaların ettiği bu haltın altını doldurmaktadır.
Gerçekte ise ‘likidite sorunu’, daha fazla borçlanabilme kabiliyeti olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da esas meselenin anlaşılmadığının önemli bir göstergesidir.
İkinci örneği, Sn. Başbakan Yardımcımız Şimşek’in ifadelerinden verebiliriz. 15 Temmuz Darbe girişimi sonrası bir televizyon kanalında yapmış olduğu uzunca bir değerlendirmesinde, ülkemizdeki ‘tasarruf açığından’ bahsetmiştir. ‘Tasarruf açığı’nı bir temel kabul ve bir gerçek olarak ifade etmektedir. Aslında bu, ortodoks ekonomi anlayışının temel bir kabulüdür. Dolayısıyla ‘tasarruf açığı’ var mıdır yok mudur sorusu bir paradigma (değersayım) sorusudur. Eğer ‘para miktarı’ ile dolaşımdaki ‘mal ve hizmet miktarı’ arasında doğrudan bir ilişki kurabilirseniz, ‘tasarruf açığı’ndan bahsetmenize gerek yoktur. Ancak mevcut anlayışta ‘tasarruf açığı’ borçlanmanın garantisi anlamına gelmektedir. Yani küresel finans kapitale çakılan bir selâmdır. Böylece, ‘borçlanmaya devam’ denmektedir.
Üçüncü örnek, hala özel sektörü dış borçlanmaya yönlendirme gayretleridir. Eğer bir ülkede yerel faiz oranları dış dünyadaki (küresel) faiz oranlarından çok daha yüksek ise, siz özel sektörünüzü dışarıya borçlanmaya yönlendiriyorsunuz demektir. Bu da yabancılara sermaye transferi demektir. Ülkemizde işadamları, kazançlarının önemli bir oranını bu yolla dışarıya transfer etmektedir. Daha net bir ifade ile, ülkemizdeki işadamlarından yabancı rantiyecilere sermaye transferi temin edilmektedir.
Bakınız bu konuda basit bir örnek verelim. Ben Batı’da bir bankadan %3 faiz ile 5 yıllığına 500,000 dolar kredi alsam. Bu parayı (1,500,000TL) çekip, Türkiye’de bir bankaya %12 ile vadeli olarak yatırabilirim. İki faiz oranı arasında %9 fark vardır. Böylece yıllık net 135,000TL faiz kârım olur. Bu fark da böyle operasyonları yapmak için yeterli bir teşvik farkıdır. Kim bilir kaç tane ‘bıyıklı’ yabancı bunları yapmaktadır ve mevcut sistem bunları korumaktadır!
Dördüncü örnek, sayın devlet büyüklerimizin de sürekli dillendirdikleri, 15 Temmuz’dan sonraki haftada, 8.7 milyar dolar döviz bozdurulması örneğidir. TCMB verilerine göre, 15 Temmuz ile biten haftada 157.52 milyar dolar ile neredeyse tarihi rekorda olan yurtiçinde yerleşiklerin yabancı para cinsinden mevduat ve fonları, bir hafta içinde 148.8 milyar dolara geriledi. Şimdi bunun ne manaya geldiği iyi anlaşılmalıdır. Halkı galeyana getirmek için ya da siyasi amaçlarla bunu yorumlamak anlaşılabilir bir girişimdir. Ancak gerçek yorumunun bilinmesi oldukça önemlidir.
Bunun yanısıra, mevcut yorumda da ortodoks ekonomi anlayışı yatmaktadır.
Şöyle ki, insanlar dövizlerini bozdurup Türk lirası alıyor. Halkta döviz genelde tasarruf için kullanılırken TL ise alış veriş için kullanılır. Yani ‘ekonominin canlanması yönünde adımlar atılmıştır’ şeklinde yorumlanır. Ancak bu konuda detaylar bilinmeden yorum yapmak yanıltıcı olur.
Bütün bunların yanı sıra, borçlanma taksit sayılarının artırılması, borç erteleme, borçların yeniden yapılandırılması, ne pahasına olursa olsun ihracata yüklenmek vs. gibi tedbirlerin hiç biri yeniden yapılandırmanın bir parçası değildir.
Netice itibarıyla, milletin şanlı direnişi ve desteği ile devlet yeniden yapılandırılabilir ve yapılandırılmalıdır. Ancak bu yapılandırmada ekonominin yeniden yapılandırılması başat rol oynar. Yeni devlet kurgusunun temelini ekonomi politik yapılandırma belirler. Küresel finans kapitale eklemlenmiş bir ekonomi politik yapı üzerine bağımsız bir devlet kurgulayamazsınız. Çünkü devletin bir ayağı ordu ise diğer ayağı ekonomik yapılanmadır. Bir ayağı sağlam diğer ayağı sakat olan bir insan nasıl ise, ekonomik yapılanması bağımsız olmayan devlet de o şekilde olur. Topal olur, engelli olur.
Yapılması gereken iş, ekonomi yönetimini tek çatı altında toplayıp, yerli bir değersayım ile Doğal İktisat Döngüsü’ne göre yeniden yapılandırmaktır. BDPS’yi lağvedip, Taban Ekonomisi Sistemi’ne geçmektir.
Aksi takdirde yapılan onca hayırlı iş ebter olur. Olan, fakir fukaraya ve garip gurebaya olur.
Unutmayın, ekonomiyi (özellikle de parayı) kaybederseniz her şeyi kaybedersiniz!
Vesselam…
Prof. Dr. Mete Gündoğan