Bu günlerde, Korona virüs sanki, insanların yakasından elini çekmiş gibi.
Bundan sonraki süreç daha olumlu geçecek gibi bir mesaj uyanıyor zihnimizde. Toplumun da bu rahatlığı yaşaması, bireysel ve sosyolojik uyumu gösteriyor. Bariz olarak, herhangi bir yasak ya da baskı olmadığını da hissediyoruz.
Modern çalışma koşulları, pandemi sonrası bir anda “home ofis” çalışma biçimine büründü. Şüphesiz; bunda devlet katkı ve teşviklerinin de büyük payı var. Yeni düzenlemelerle bu sürecin çalışma hayatına getireceği yeniliklerin de olduğunu görüyoruz. Personel çalışma koşulları ve iş yönetim usulleri de bu doğrultuda dönüşür nitelikte.
İş dünyası bu yenilikleri henüz hazmedemedi. Fakat; küresel bazda büyük şirketler bu süreci destekledikleri gibi teşvik de ediyorlar. Bu akım yeni bir imaj ve vizyonu da öne çıkarıyor. Gerek işletmeler, gerekse sivil toplum kurumları “vizyon” ifadesini son yıllarda dillerinden hiç düşürmüyorlar. Kovit sürecinde ise bu kavramı daha sık kullandıklarını gördük. Artık geçmiş yöntemler ve uygulamalara daha ilerici bir bakış açısıyla yaklaşılacaktı. Şirket ceoları, siyasi liderler bu hususta umut verici açıklamalar yapıyor, çağın gerektirdiği teknolojiyle birlikte yeniden yapılanma sürecinden söz ediyorlardı. Toplum, baştan aşağı böyle bir fenomene tutulmuş, gelecek vizyonunu heyecanla bekliyor.
…
Evet; vizyon, vizyoner ya da vizyonerlik neydi? Neden bu kadar heyecan uyandırıyordu? Toplumun önde gelen insanları bu kavramdan ne anlıyorlardı?
Peki; topluma sunulan bu yeni hayalin anlamı neydi? Bu bilinç, zihinlerimize neden aşılanıyordu?
Şüphesiz, dünyaya iz bırakmış herkes, yola çıkarken bir hayalle başlamışlardır. Muhakkak; belirledikleri bu hayale ulaşabilmenin gereklerini de yapmışlardır ve başarılı olmuşlardır.
Ancak; şimdiye dek “vizyon” hayalinin henüz ismi konulamadı. Üstelik, dönüşen süreç içerisinde belirlenmiş herhangi bir hedef de yok. Muhtemelen; insanlığı cezbedici bir algıyla birlikte, toplum üzerinde bir güdü/tetikleme mekanizması olduğu kanaatindeyim. Bu ilgi, mutlak bir değişimin ilk emarelerini zihnimize taşıyor, tecessümü zorluyor. Toplum, henüz ne olduğu bilinmeyen bu hedefe ulaşabilmek için hınca hınç çalışıyor. Hazırlanan planlar doğrultusunda yeni şeyler öğrenmeye, öğrendiklerini uygulamada verilen her tür enstrümanı kullanmaya, kabullenmeye dünden istekli. Zira; “Covid 19” illetiyle oluşan cinnet, sürü psikolojisini de pik seviyeye çıkarmıştı.
…
Misyonerlik ve 1648 Vestfalya Anlaşması
Otuz yıl savaşları: 1618 de başlayıp 1648 yılına kadar süren, Avrupa’nın ortasında insanlığın birbirini yediği din savaşlarıdır. Avrupa tarihinin en uzun ve yıkıcı savaşlarından biriydi bu. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nu oluşturan Katolik ve Protestan inanca sahip şehir devletleri arasında başlayan savaş, zamanla genişleyerek tüm Avrupa güçlerini sardı. Sonuç; tam bir yıkım.
Savaştan, sosyolojik olarak olumlu bir sonuç çıkmamıştı. Nihayet 1648 yılında günümüz müesses nizamının temellerini atan Vestfalya Anlaşması’yla barış sürecine girildi. Barış adı altında yapılan bu anlaşma, 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648’de Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve Hollanda Cumhuriyeti temsilcileri arasında imzalanmıştır. Bu anlaşma, tarihçiler ve akademisyenler tarafından mevcut uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilir. Bugün, bu anlaşma temelinde mevcut küresel sistem sürdürülmektedir.
…
Batılılar, 15. Yüzyılın başlarından itibaren Coğrafi keşiflerle birlikte zenginleşmişlerdi. Afrika’yı, Kuzey ve Latin Amerika’yı yağmalamışlardı. Afrika ve Amerika’daki yerlileri katletmiş, geri kalanları da köleleştirmişlerdi. Bölgenin tüm zenginliklerini Avrupa’ya taşıyarak yeni bir medeniyet oluşturdular. Tamamen gasp ve hırsızlığa dayalı bir medeniyet kurdular. El yazması eserlerden, kıymetli madenlere, el sanatlarından birçok araç gereçlere kadar ülkelerine taşıdılar. Kilise toplum üzerinde mutlak hakimdi. Ancak; derebeyleri bu yağma sürecinden güçlenerek çıktı. Her yerde isyanlar oluşmaya başlamıştı. İsyanlar, savaşlar vs… Uzunca bir süreç böyle olgunlaştı.
1648 Vestfalya barışıyla nihayet; kiliseyle derebeyleri arasında mutabakat sağlandı. Artık; bütün dünyayı birlikte uyarlayacakları bir sistemle yöneteceklerdi. İnsanlığın ruhunu kilise, bedenini ise derebeyleri kontrol edecekti. O günden bu güne, yenidünyanın yönetimi bu prensip üzerine çalışır hale gelmiştir. 1789 Fransız ihtilali sonrası ulus devletler ortaya çıkmış ve imparatorluklar yıkılmıştı. Artık; finansal adımlar atılmaya başlamıştı. İlk borsa kurulmuş, göç ve kentleşmeler de artmıştı. Ticaretle birlikte, kıymetli madenlerdeki artış toplumu topraktan koparmaya başlamıştı.
Kiliseyle paralel bir yaşam döngüsüne giren siyasi otorite yeni bir proje alanı keşfetti. Artık; otoriteyi tanıyan din anlayışını yayma ihtiyacı tüm dünyayı kendilerine ram edebilecekti. Böylece; misyonerlik faaliyetlerinin de temelleri atılıyordu. Bu faaliyetleri yürütmek gayesiyle kurulan en eski ve en güçlü misyon teşkilatlarının İngilizlere ait olduğu bilinmektedir.
Misyonerlik faaliyetlerinin 1646 yılından itibaren başlamış olması, 1648 Vestfalya anlaşmasıyla da yakın bir tarihe denk gelmesi dünden bugüne yapılan çalışmalarının da hedef istikametine uygunluğunu göstermektedir. İlk misyonerlik çalışmaları 1646’da Londra’da kurulan ‘Hıristiyanlığı Yayma Cemiyeti’ydi ve diğer birçok ülkede binden fazla şubesi açılmıştır. Küresel finans sistemine can suyu olan misyoner faaliyetler; sadece dini açıdan değil finansal olarak da geniş imkanlara sahip oldu.
…
Yaşadığımız süreç çok önemli şartları ve olayları karşımıza çıkarabilir. Son günlerde, iyice yükselen değer haline gelen vizyoner bakışı yücelten mutabakatlar hangi anlaşmalarda kendine yer bulacak?
Bakalım; dünün misyonerleri ile dünyayı tek elden yöneten, finans elitler, bugünün vizyonerlerini nerelerde koşturacak?
Sadık Uslu