Devletlerin hedefleri, yaşadığı çağın İmparatorluğunu kurmaktır…
İmparatorluk olabilmenin yollarından biride, geçmişte birçok devletlerin ve imparatorlukların çökmesine sebep olan ve günümüzde de aynı stratejik hataların tekrarlanmamasından geçer elbette…
İşte hataların en kritik olanlarından biri de; ‘Devlet ve Dini Yapılar Sistematiği’ni doğru kuramamaktır.
– Peki, bu sistematik doğru kurulamazsa neler olabilir?
Bunu yakın tarihten örnek vererek izahata başlayalım;
Örneğimiz sınır komşumuz ve kardeş ülke İran tarihinden olacak.
1979’a kadar İran anayasal monarşi ile yönetiliyordu ve ülkenin başında Pehlevi Hanedanının son Şahı Rıza Pehlevi bulunuyordu.
İran’da 1950’lerden itibaren yönetimi elinde tutan Pehlevi, ülkenin modernleştirilmesi yönünde batı tarzı bir politika izlemekteydi. Bunu yaparken de ihtiyaç duyduğu finansal kaynağı, özellikle 1973 Petrol Krizi’nden sonra birden artan petrol gelirleriydi.
Ülkenin artan refahına rağmen, kısa bir zaman sonra gelirlerin paylaşımında çok büyük bir adaletsizlik olduğu görülebiliyordu. Saray ve çevresindeki küçük egemen sınıf, ülkedeki siyasal yapıyı olduğu kadar ekonomik yapıyı da kontrol etmekteydi. Özellikle işçi ve köylülerden oluşan alt sınıflar bu düzenden hiç memnun değildi.
Ekonomi gelir artarken, paylaşımındaki eşitsizlik düzensiz bir hal alırken, Pehlevi diğer yandan sağ kesimin de nefretini kazanıyordu. Çünkü ciddi anlamda kadınlara ve topluma yönelik birçok radikal değişiklik yaptı. Kadınların peçe giymesini yasakladı. Eşit şartlarda hakları olduğunu savundu. Gerek batılı kıyafetleriyle gerekse özgür düşünme yetileriyle İran halkının büyük çoğunluğu “modern” dediği bir hayat tarzı yaşatıyordu.
Diğer yanda ise Şii İslam Cumhuriyeti kurmak için mücadele eden mollalardan biri olan Ayetullah Humeyni 1963’te Şah’a karşı vaazlar vermeye başlamıştı. Humeyni’nin ortaya çıkışı halk böyle memnuniyetsiz ve yeni ayaklanmışken gerçekleşti. Şah’ın yeniliklerine karşı azılı muhalif olan Humeyni karşıt düşünceleri sebebiyle tutuklandı. İdam kararı verilmişken bir şekilde iptal ettirilen karara karşı bir şey yapamayan Şah, Humeyni’yi Irak’a sürgüne gönderdi. Ancak Sünni olan Saddam, Humeyni’nin ülkesinde olmasından ve Şii faaliyetlerine devam etmesinden çok rahatsızlık oldu. Humeyni sınır dışı edildi. Humeyni önce Türkiye’de Bursa’ya, daha sonra da Fransa’ya Paris yakınlarına sürüldü.
Bu süre içinde İran’da çeşitli gelişmeler yaşanıyordu. İran da hızla büyüyen ekonomik gelişmeler öyle bir boyuta ulaştı ki, İran İngiltere başta olmak üzere birçok ülkeye borç vermeye başladı.
Bu durumdan, ”bazari” isimli İran piyasasına hâkim, görüntüde küçük ama içeride topluluk ve organizasyon olarak büyük esnaf, ticari olarak zarar görmeye başlayınca, Şah’a karşı çıkan Mollalara daha fazla destek olmaya başladılar. Öte yandan Ak Devrim’in (Pehlevi’nin İran’ı sanayileştirmek için başlattığı bir çeşit ekonomik ve sosyal kalkınma projesi) sonucu olarak hızla şehirlere göçmüş eğitimsiz ve geleneksel başta dini inançlar olmak üzere Mollaların etkisi altında kalan halk Mollaların arkasında, işçi tabakası da Şah’a muhalif Sovyetler yanlısı Tudeh Partisi’nin arkasında durmaya başladı.
Böyle bir karmaşada “alternatif” olarak görülen Humeyni İran’da etkisini giderek artırdı. Artan işsizlikle birlikte kentlere akın eden kırsal nüfus Humeyni’nin en çok karşılık bulduğu kitle olarak İran’ın tarihini yeniden yazdı.
Şah çeşitli aksiyonlarla protestocuları memnun etmeye çalıştı ancak başaramadı. Protestolar karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Şah rejimi, olayları tüm çabalara rağmen kontrol altına alamıyordu. Çoğunluğu kırdan kente göç etmiş fakir halktan ve medrese öğrencilerinden oluşan göstericiler Humeyni’nin Şii eksenli fikirleri etrafında 1978 Ocak ayında sokaktaki varlıklarını arttırdılar. Protestolara müdahaleler sırasında yaşanan ölümler, protestoların dozunu daha da arttırdı. Ölenleri anmak için daha da çok protesto organize ediliyor ve olaylar daha da büyüyor ve bir türlü kontrol altına alınamıyordu.
Artık yapacak bir şeyi kalmadığını anlayan Pehlevi, en sonunda İran’ı terk etti ve otorite boşluğundan yararlanan Humeyni sürgünden ülkesine geri döndü. 1 Ocak 1979’da Humeyni Tahran’da çok büyük kalabalıklar tarafından büyük sevinç gösterileriyle karşılandı.
Yeni Humeyni rejiminin ilk yaptığı şey devrimi beraber gerçekleştirdiği ama kendi gibi düşünmeyen bazı grupları oyun dışı bırakmak oldu. Şah rejimi döneminde batılı hayat tarzına geçiş için yapılan birçok uygulama ortadan kaldırıldı. İran hızla “geleneksel” yaşamına geri dönüyordu. Şah döneminde özellikle kadınlara verilen bütün özgürlükçü haklar teker teker ellerinden alındı.
Evlilikten, sosyal politikalara kadar birçok konuda Humeyni rejimi Şah rejiminden çok daha sert hareket ediyor ve ülkeyi kendi ideolojisine doğru hızla dönüştürüyordu. Şah rejimini şiddetle protesto eden birçok grup Humeyni rejiminin baskısı karşısında Şah rejiminin uygulamalarını arar hale gelmeye başlamıştı.
Ahlak polisleri adı altındaki organizasyon, toplumun her kesiminden insanın her hareketini kontrol eder hale geldi. Kadınlara peçe takma zorunluluğu getirildi. Şii mezhebinden olmayan insanlar bastırıldı. Mezhepçilik baskıcılığındaki bir zihniyet ülkeye egemen oldu.
İnsanlar Şah gitsin de ne olursa olsun diyerek Humeyni’ye güvenmişlerdi. Fakat yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını hissetmeye başladılar. Kısa zaman sonra bu hisse kapılan halkın yasaklar listesine her gün bir yenisi daha eklendi.
İlk zamanlardaki kadar olmasa da İran’da insanlar çoğunluğu bu sonuçlarla yüzleşmeye başladıklarını hissetmeye başladılar. Ülkenin birçok yerinde protestolar ve yürüyüşler devam etmektedir.
Humeyni rejimin protesto edenler o kadar çoğaldı ki, başörtüsü takmayan kadınlar artık tutuklanmıyor. [1]
Buraya kadar anlatılanlar biraz uzun oldu. Ama Z kuşağında eski kuşaktan herkesin üç aşağı beş yukarı bildiği ve duyduğu şeylerdi. Zihinlerin tazelenmesi açısından bunlar tekrar oldu. Z kuşağı için ise yeni bir bilgi kaynağı oldu…
GELELİM ASIL KONUYA;
Kısmen de olsa Türkiye’nin bu günkü durumuna ne kadarda benziyor…
İran’ın çalkantılı tarihi sürecinden elbette çıkarılması gereken dersler olacaktır.
– Peki, çıkarmamız gereken dersler nelerdir?
Bunu daha iyi anlayarak ders çıkarmak için 1934 tarihine geri dönelim;
Türkiye İran ilişkilerinin güçlendirilmesi amacıyla 1934 tarihinde dönemin şahı Türkiye’ye resmi ziyarette bulunur. Görüşmeler Cumhurbaşkanı Atatürk ve İran şahı arasında yapılır. Ancak o görüşmede Atatürk İran Şah’ını Mollalar konusunda uyarmıştı.
Şimdi o görüşmeyi aktaralım;
– İran Şahı; “Biraderim! Yarın memleketime dönüyorum. Ziyaretim çok yararlı oldu. Burada gördüğüm yeniliklerin çoğunu orada uygulayacağım”
– Atatürk: “Çok memnun oldum. Kardeşiz. Komşuyuz. Birbirimize benzersek iyi olur. Yalnız din adamlarına, yani sizin Ahundlarınıza (Şii İmamlarınıza) nasıl davranacaksınız?”
– İran Şahı: “Onlara dokunmayacağız. Bu konuda bir şey yapamayacağım. Onlar beni destekliyor. İyi geçiniyoruz” demişti.
Günümüzde Türk halkının daha yeni yeni farkına vardığı yeni anlayışa göre;
Devletin görevi; ekonomisini, ordusunu, ulusal güvenliğini, ulusal çıkarlarını, sağlığını, adaletini, dirliğini ve düzenini en iyi biçimde temin etmektir. Bu olmazsa olmazlardan dolayı devlet yönetimi bilgi, beceri ve liyakatli olmayı gerektirir. Bunlara yeteri kadar sahip olmayan dini gruplar/dini kurumlar devleti yönetmeye kalkışması devleti zayıflatır ve çöküşünü hızlandırır. Bu çöküş yakın tarihte Osmanlı’da gerçekleşmiştir.
Bugünün anlatımıyla daha da basit olarak şöyle de anlatabiliriz.
Devlet yönetimi için liyakatli olmak gerekir. Bunlara sahip olmayıp dinin temel esaslarını bilmenin devleti yönetmeye yeteceğini düşünen cemaat ve tarikatlar, devlet yönetimine hâkim olması devletin çöküşünü hızlandır.
Bu gerçekleri İran için tekrar yorumlayalım…
1934 den 1979 kadar geçen süre içinde Türkiye’nin “Mollalara dikkat edilmesi” uyarını iyi okuyamayan 1979 döneminin Şah’ı Şii Mollalar tarafından mat etmişti. İslam Devrimi adını verdikleri ihtilal gerçekleştirmişlerdi.
1934 dönemimin Şah’ı uyarıları dinleyip, “devlet ve tüm dini organizasyonlar” arasındaki sistematiği yeniden kurup ve daha da sağlamlaştırsaydı, bekli de bugün Türkiye ve İran’ın eşit ortak oldukları süper bir imparatorluk bile kurabilirdi. Bu gerçekleştirilseydi bugün coğrafyamızda bırakın bir Müslüman’ın burnunun kanamasını bu coğrafyada yaşayan diğer dinlere mensup bazı gruplar ayrılıkçı isyanlara kalkışamazlar ve onların halkları da huzur içinde yaşarlardı.
Devlet ve dini organizasyonlar arasındaki sistematiği basit şekilde izah edelim;
Devletin görevi; Ekonomisini, ordusunu kurup, birliği ve düzeni temin etmektir. Bunu sağlamak için yasal düzenlemeler yapıp, doğru uygulanmasını sağlamaktır.
Dini Organizasyonların görevi; İnsanı terbiye etmek ve ahlâkî olgunluğunu temin etmektir. İnsanı kemâle erdirmek yetiştirmektir.
Bu iki unsur kuvvetler ayrılığı gereği birbirlerinin alanlarına asla müdahale etmeyecek.
Müdahale ederlerse sistematik aşınır/bozulur ve devlet zayıflar… Yıkılır! Osmanlı yıkan unsurlardan biri de dergâhların devleti yönetmeye kalkmasıdır.
– Peki Türkiye’de dergâh/tarikat ve cemaatler devlete müdahale ediyor mu?
Kimileri bu soruya hayır/evet/kısmen diye cevaplar verebilirler.
– Peki gelelim can alıcı asıl soruya; Devlet dergâhlara ve dini kurumlara müdahale ediyor mu?
Evet ediyor! Devleti temsil eden siyasi otorite dergâh ve cemaatlere dolaylı olarak kısmen müdahale etmektedir. Bazı dini kurumlara doğrudan yasalarla müdahale eder. Buna en iyi örnek özerk ve bağımsız olmayıp, reisi kendi içinden seçemeyip, siyasi otoritenin iradesiyle göreve atanması ile çalışabilen Diyanettir.
– Peki, bunun mahsuru nedir?
Bu müdahaleler yıllar içerisinde baskı ve dayatmacılık oluşturmaya başlar. Bir süre sonra devlet adamlarının yaptığı yanlışlarını kutsayan bir din bilginleri yüksek fetva kurulu anlayışı oluşturur ki, bir süre sonra ahlaklı ve liyakat sahibi yönetim oluşabilmesi önemsenmemeye başlar. Bu da rüşvete, yolsuzluğa, israfa, faize vb. konularda, siyasi gücü elinde tutanın keyfine uyan fetvalar vermeye meyilli gayri İslami ucube bir anlayışa sebep olabilir. Bu anlayış devlete ve dine olan bağlılığı zayıflatır ve devletin çöküş eninde sonunda kaçınılmaz olur.
İran Şah’ları Tıpkı Türkiye olduğu gibi bu olmazsa olmaz sistematiği doğru kuramadılar.
İran Şah’lar, Şii din adamlarının her ne olursa olsun rejimini desteklediklerini sandılar. Son Şah’ın bu hatası sonrası zayıflayan iktidarını korumak için zulme neden oldu. Sonrasında Pehlevi ailesinin rejimi yıkılarak, kamu yönetimi liyakatinden yoksun Şii din adamları da devleti ele geçirdikten sonra kamu yönetiminde başarısı olunca bu sefer muktedir olabilmek için halka “din adına” zulmettiler. Ekonomi ve bilmedikleri için de halkın fakirleşmesine yol açtılar.
Gelinen son durumda Türkiye ve İran’ın her ne kadar yönetim şekilleri/rejimleri birbirine benzemese de aynı “sistematik” sorun onlarda da mevcuttur.
Hem Osmanlıyı çöküşe götüren konu ettiğimiz “sistematiğin” bozulması süreci, hem de İran’da 1934 den başlayıp bu güne gelinceye kadar süreçte “sistematiğin” olmaması sürecinde yaşananlar bizim için ibret ve derslerle doludur.
Tarih, günümüzde bazılarının TV ekranlarına çıkara sadece geçmişiyle övünüp hamasetlerle sağa sola caka satılacak kullanışlı bir unsur değildir. Aksine hatalara dolu bazı acı olayların, günümüzde yeniden tekerrür etmemesi için dersler çıkarılması gereken bir unsurdur.
Sonuç olarak;
Devletimizin kuruluşunun ilk asrını tamamlayıp, yeni bir asr’a geçiş yapacağımız bu eşikte KİM; Devleti ve dini yapıları binlerce yıllık milli, manevi ve gerçek dini değerlerimize uygun olarak yeni bir Paradigma/değersayımı ile sistematik olarak doğru kurgulayabilirse yeni imparatorluğun kurucusu ve yöneticisi de o olacaktır.
Mevlam o günleri görmeyi bizlere nasip eder inşallah…
Vesselam…
Sadi ÖZGÜL