Ülkemizde indirim marketleri aldı başını gidiyor. Genellikle “üç harfliler” diye bilinen bu marketlerin sayısı 35 bini aşmış durumda. Hala da artmaya devam ediyor.
Açık kaynaklardan edindiğimiz verilere göre yaklaşık şube sayıları şöyle
- A101: 12 bin
- ŞOK: 10 bin
- BİM: 10 bin
- Ve diğerleri ile birlikte rakam 35 binin üzerine çıkıyor.
Bakınız bir kıyaslama olsun diye söylüyorum; 22 milyonluk Romanya’da Lidl Marketlerinin şube sayısı bin 100.
Farkı görebiliyor musunuz?
Halbuki oradaki denetleme ve kurallar bizimkilerden çok daha iyi.
Bunlar ülkemizde zamanla yeni bir mağazacılık konsepti oluşturdu. Aslında başlangıç, büyük süpermarket konsepti üzerineydi. 6 – 7 bin metrekarelik, 10 bin metrekarelik mağazalar oluşturulmuştu. Nispeten şehir dışında ve kendine has park yerleri olan, kendi düzenlemeleri olan tam müştemilatlı süpermarketlerdi. O konseptten zamanla 300-500 metrekarelik mağazacılığa dönüldü.
Vatandaş şehir içinde alışverişini çabucak yapıp ayrılmak istiyor. Bu, bizim insanımızın bir tüketim alışkanlığı. İndirim marketleri bu alışkanlığı görerek bir konsept geliştirdi. Bu konsept bakkalın yerini aldı.
Aslında acı gerçek şudur!
Bakkalın işini elinden aldı. Küçük esnafın işini elinden aldı. Fakat bu evrilmeye uygun olarak mevzuat gelişmedi. Dolayısıyla bu konunun hakiki bir muhatabı yok! Nicelik ve nitelik açısından takip edilebilecek bir muhatabı yok. Bir kanun çıkarılıp, metrekare bazında, iş ve işleyiş bazında, ihtiyaçlar bazında, pazar bazında yeniden düzenleme yapılması gerekiyor. Bu konuda çok geç kalındı.
Aslında Rekabet Kurulu’nun çok önceden bunlara müdahil olması lazımdı. Çünkü bu iş en çok onları ilgilendirir. Ama onlar da bu işle hiçbir ilgileri yokmuş gibi davranıyorlar. Bugün bu indirim marketleri ülkemizde mahalle aralarına kadar giriyorlar. Bunların bu kadar yaygın olmaları sadece bize özel. Bu şekilde de küçük esnafı bitiriyorlar.
Eylül ayı olur, okul sezonu başlar. Bunlar hemen kitap, kalem kırtasiye okul malzemeleri satarlar. Nisan ayı gelir bahçe sezonu açılır. Bunlar hemen, bağ bahçe, bahçıvan malzemeleri getirir satarlar. Yaz sezonu gelir. Hemen tatil, deniz yüzme malzemeleri getirirler. Dolayısıyla sezonsal çok hızlı aktivite alıyorlar. Aslında pazarı alıyorlar. Pazarı domine ediyorlar. Sadece hızlı tüketilen malları değil, farklı sektörden neredeyse bütün malları satabiliyorlar. Mesela fırın üstü ocaklar. Her şubesine 2-3 tane 4 tane gönderiyor. 10 bin şubesine gönderdiği zaman 30-40 bin ocak satmış oluyor!
Kısa zamanda büyük bir satış. Buna benzer başka beyaz eşyalar da satıyorlar. Bakıyorsunuz, neler geleceğine bağlı olarak açılış saatinden önce marketlerin önünde sıra bile oluyor. İki üç tane ürün için milleti kuyruğa sokuyorlar. Bu şekilde perakendecilik sistemi ülkemizde oturdu gibi gözüküyor. Ülkemizde süpermarket kanalı büyümüyor. Bu tür İndirim marketleri ise büyüyor. Görece büyüyor. Yerel zincir marketleri de büyüyor.
Bu büyümenin entegre başka sonuçları da var.
Mesela, şehir içinde müteahhitler uygun binalarını bunlara göre yapıyorlar. Ama onlar da denetlenemiyor. Çünkü denetlemeye gerekçe oluşturacak, düzenlemeye gerekçe oluşturacak uygun bir mevzuat yok! Herkes memnun gibi gözüküyor ama bu durum haksızlığı ve içinde bulunduğumuz şartları ortadan kaldırmıyor. Siz başkalarının piyasaya girişine engel oluyorsunuz. Başkalarının işini elinden alıyorsunuz. Fiyatları belirliyorsunuz. Üretimi belirliyorsunuz. Beldedeki, bölgedeki üreticileri esas almıyorsunuz. İşte kartel demek tamda bu demektir. Bunlar aynı zamanda tarım ürünlerinde de kendi istedikleri gibi fiyat belirliyorlar. Sözleşmeli tarım yaptırıyorlar. Ürün yetişmeden fiyat veriyorlar. Ülkenin bir yerinde üretilen ürünü farklı bölgelere sevk ederek tüketime sunuyorlar. Ama orada aynı ürünü üretenlerin pazarına darbe vurmuş oluyorlar.
Bunları sorgulayan var mı?
Mesela bazı ürünleri hepsi aynı yerde yaptırıyorlar. Yağda olduğu gibi. Dolayısıyla da fiyatı onlar belirliyor. Hem fiyatı belirliyorlar hem de üretimi belirliyorlar.
Bu, kartel oluşumu değil de nedir?
Bugün Çin başta olmak üzere birçok ülkede yerelleşme değince o yerelde üretim ve tüketim dengesi kuruluyor. Hatta belli üretim yerinden belli bir mesafeye kadar ürünün pazara sunulmasına müsaade ediliyor. Daha ötesi o beldedeki üreticilerin pazarı olmuş oluyor. O pazarlara girmenin farklı yükümlülükleri var. Böylelikle beldelerin, bölgelerin pazarları korunuyor. Ama bizde öyle değil. Bizde ise bir yerde çok büyük kitlesel bir üretim yapılıyor ve bu Türkiye’nin her yerine ucuz bir şekilde dağıtılıyor. Bu kadar büyük şube sayıları olunca da çok kârlı oluyor. Tek düşündükleri kâr. Halbuki hassas bir süreçten geçiyoruz. Oysa dünyada savaşların konuşulduğu ve büyük savaşların gelmekte olduğunun öngörüldüğü bir zaman dilimi içerisindeyiz.
Yerelde daha dar alanda üretim tüketim dengesinin oluşturulması gerekirken, bu tür mağazacılık ile ileride kendimize birçok sorunun da alt yapısını oluşturmuş oluyoruz. Hem bu mağazalar, açıldıkları yerlerde kaldırımları işgal ediyorlar. Park alanlarını kapatıyorlar. O yol/sokak artık adeta onların oluyor. Aynı zamanda; Birinin açıldığı yere diğerleri de geliyor. Kendi aralarında bir rekabet varmış gibi gözüküyor. Ama fiyatlarda birbirlerine yakınsıyorlar. Bunları sorgulayan yok.Bir kanuni düzenlemenin, metrekare bazında, coğrafya/iklim bazında, üretim tüketim dengesi bazında, belde bölge bazında ve iş ve işleyiş bazında yapılması vakti geldi de geçiyor bile.
Gerçi Hükümet bunu gördü ama tedbir olarak yanlış yöne gitti.
Ne yaptı? Tarım Kredi Marketleri kurdu! Halbuki onlar, özel sektör gibi çalışamazlar. Örneğin, bir BİM’in 3 personelle yaptığını Tarım Kredi Marketleri 7 personelle yapamaz. Maaşlarını dahi ödemede zorlanırlar. Halbuki, devletin piyasaya girmeden önce mevcutlara bir çeki düzen getirmesi gerekir. Bir üretim-tüketim politikası yani ekonomi politikası üretmesi gerekir. İyi bir şekilde denetlemesi gerekir. Piyasa oluşmamışsa, piyasayı canlandırmak için devlet piyasaya girebilir. Yoksa böyle rekabet için değil. Lakin, şu anda, mevzuat açısından bu işin sahibi yok.
Bu işin sahibi Ticaret Bakanlığı gibi görünse de Rekabet Kurumu daha isabetli olur. Onlar çalışırlarsa, kolay denetlenebilecek bir tasarı önerirler. Yorumları kolay olur. Ona göre de geliştirirler. Bu iş böyle kalırsa, birçok haksızlık kural olmuş olur. Sosyal adalet yerini bulmamış olur. Yerelleşme bazında üretim ve tüketim dengesi bozulmuş olur. İç göçlere sebep olur. Diğer birçok alanlara kötü örnek olunmuş olunur.
Bu işe bir an önce el atılması gereği açıkça ortadadır.
Prof. Dr. Mete GÜNDOĞAN