İktisat Hareketi bir kadro hareketidir. İnsanların istikameti ve bilgi birimi birikimi ile ilgilenir.

Birbirine Zıt Beklentiler Arasından İktidar Sürekliliği Sağlayabilmek!

3 Kasım 2002 seçimlerinden Ak Parti’si birinci çıkmayı ümit ediyordu ama mutlak bir iktidar beklemiyordu.

Seçim sonucunda halk, kendisine mutlak bir iktidar vermiş ve önünü tamamen açmıştı. Ak Parti üzerinde fikirlerimi söylerken, öncelikle şunları netleştirmek istiyorum. Ak Parti kurucu yönetiminin işe iyi niyetle başladıklarını varsayıyorum. Hatta, birçokları ile ayrılma esnasında birebir görüşmelerim oldu. İyi niyetleri orada da teşhis ettim. Ancak parti yönetimini, önlerine çıkan ve çıkması muhtemel sıkıntılarla iyi mücadele edebilmek adına taktik pozisyon değiştirmeye hazır gördüğümü de rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yazı serisindeki fikirlerimi tamamen objektif olarak ortaya koyacağım.

Geçtiğimiz yazıda halkın ve küresel elitlerin Ak Parti iktidarından beklentilerini ifade ettik. Özetle halk iktidardan kendi zihniyetini merkez haline getirmesini, refahı tabana yaymasını, özgürlükleri genişletmesini ve neticede sistemi değiştirmesini istemiştir. Elitler ise iktidardan küresel finans-kapitale eklemlenmesini, AB’ye üye olunmasını ve ABD ile stratejik işbirliğinin sürdürülmesini istemiştir. Bu iki kesimin istekleri, mevcut düzenin yapılanmasından dolayı taban tabana zıttır. Birincisinin sayısal gücü ikincisinin siyasi (stratejik) gücü vardır. i

Pekiyi, Ak Parti bu iki çatışan beklenti karşısında nasıl bir politika izlemiş, süreci nasıl idare etmiş, günümüze nasıl ulaşmış ve neticede ne olmuştur? Şimdi bu soruların cevaplarını arayalım.

Öncelikle, Ak Partisi böyle mutlak bir iktidarı beklemediği için bir bakıma bu tür bir iktidara hazırlıksız yakalandı. Zihinsel hazırlıklarında sistem sorgulaması ve düzenin yeniden yapılandırılması yoktu. Hatta, büyük tepki toplar endişesi ile akıllarından bile geçirmiyorlardı da diyebiliriz. En büyük hazırlıkları Refah-Fazilet sürecinde edindikleri bilgi, beceri ve tecrubelerdi. Bu çerçevede, Ak Parti tepe yönetimi iktidar olduğunda şunların bilincindeydi.

Rantiyeci elitin güdümünde azgın bir azınlık olduğunu biliyorlardı. Ellerinde iyi para olan bu rantiyeci elit basını kontrolü altına almıştı. Basın vasıtası ile de halkı etkileyip yönlendirebiliyorlardı. Bu mekanizma ile parlamentoda da etkin oluyorlardı. Bu elit hemen hemen her kesimin müfritlerini çeşitli şekillerde etkileyerek harekete geçirebilecek durumda idi. 28 Şubat sürecinde harekete geçirdikleri Ordu içerisindeki unsurlardan da güç alarak, özellikle laikçi azgın bir azınlığın sürekli tacizi altındaydılar. Gücünü rantiyeci azınlıktan alan bu azgın azınlık, gücünü halktan alan iktidarın iflah olamaz belalısı gibi hareket ediyordu. Ak Parti yönetimi bunların zarar verebileceklerinin bilincindeydiler.

Ak Parti tepe yönetimi, rantiyeci azınlığın aslında küresel elitlerin bir acentası olduğunu biliyordu. Küresel elitlerin, ülkemizdeki rantiyeci azınlığın kullandığı felsefi argümanları çok da ciddiye almadıklarının (önemsemediklerinin) da bilincindeydiler. Dünyada bu elitlerin, şeriatı uyguladığını iddia eden bir Suud rejimi ile de, diktatör mübarek rejimi ile de ileri demokrasi ülkeleri diye tanımladıkları batılı ülkelerle de çok rahat geçinebildiklerinin bilincindeydiler. Aslında küresel elitler için önemli olan mevcut ekonomik sistemin ortaya koyduğu yaşam tarzının değişmemesi ya da değiştirilmemesidir. Bunu “Yaşam Tarzına Müdahale Sorunu” başlıklı bir yazımda ifade etmiştim. Parti yönetimi, küresel elitlerin doğrudan kendilerini muhatap almalarını tercih ettiklerini her platformda açıkça ortaya koydular.

Yönetim, ayrıştıkları Saadet Partisi’ndeki eski arkadaşlarının kendilerine çok ağır eleştirilerde bulunmalarının aslında onların işlerine geldiklerinin de bilincindeydiler. Bu şekilde küresel elitlerin güvenini daha çok kazandıklarını düşünüyorlardı. Diğer yandan bu eleştirilere cevap vermeyerek tabanda farklı çalışma yürüttükleri takdirde bir “takiye” algısı oluşturarak buradan siyasi bir rant devşirebileceklerinin de bilincindeydiler. Bu konularda sayısız örnek verilebilir.

Parti yönetimi, ayrıştıktan sonra Milli Görüş kadrolarının tamamını kullanamayacaklarını biliyorlardı. Muhafazakar demokrasi diye bir fikrin tabanda maya tutmayacağını da biliyorlardı. Nitelikli kadro ihtiyacını karşılamak üzere Gülen grubu başta olmak ve ülkücü kesim de dahil olmak üzere birçok hareketli yapı ile tabanda veya tavanda ittifak kurmaları gerektiğinin bilincindeydiler. Bu çerçevede çalışmalar yaptılar.

Bütün bunların yanısıra sahip oldukları siyasi bilinç ve teşkilatçılık kabiliyetlerini de hesaba katarak halkın beklentileri ve küresel elitlerin baskıları karşısında şu şekilde kademeli bir politika geliştirdiler.

Öncelikle küresel elitlerin beklentilerinin büyük oranda yerine getirilmesi gerektiğini düşündüler. Dünyanın hakimleri olarak gördükleri ABD, AB, finans kapital ve siyonist sermaye ile ters düştükleri takdirde bunların kendilerine siyasi yaşam hakkı vermeyeceklerini öngörüyorlardı. Dahası, bunlarla iyi geçindikleri ve kendilerinin “daha iyi çocuklar” olduklarını ispat ettikleri takdirde, yerel acenteler ve güç odakları ile çok daha rahat mücadele edebileceklerine inanıyorlardı. Yerelden gelecek sürekli saldırıları küresel yardımlarla aşabileceklerine inanıyorlardı.

Parti yönetimi siyasal gücünü sayısal çoğunluktan elde ettiği için halkın nabzını sürekli diri tutmaları gerektiğini de biliyorlardı. Her ne kadar siyasi çıkışlarını itaat kültürüne isyan üzerine oturtmuş olsalar da, halktaki itaat kültürü onların işlerine geliyordu. Muhafazakar halk, meselelerini açıktan veya medya üzerinden tartışmaya alışkın olmadığı için onların iletişim kanallarına girerek farklı bir Ak Partisi profili çizmeyi hedeflediler. İrili ufaklı birçok cemaat oluşumunu yeni rant süreçlerine ortak ederek yönlendirebileceklerine inandılar. Böylelikle muhafazakar iletişim kanallarında efsaner üretmeleri oldukça kolay olacaktı ve oldu da!

Neo-liberal politikalar sonucu olarak küresel finans kapitale eklemlendikleri zaman ülkeye sıcak para akışı olacağını biliyorlardı. Faizleri biraz yüksek tuttukları zaman bu sıcak para akışının çok büyük boyutlara dahi ulaşabileceğini öngörebiliyorlardı. Küresel elitlerin himayesinde, ülkede onlarca yıldır var olan rantiyeci elitin payına dokunmadan, orta ve orta-üstü yeni bir zengin elit oluşturulabilirdi. Hatta, bu yeni zenginler halkın muhafazakar kanallarının kapı kullarından olursa, seçimlerden sürekli zaferle çıkmalarının işten bile olmadığının da bilincindeydiler.

Partide olası bir iç muhalefet gelişmemesi için de her milletvekili seçimlerinde vekillerin ortalama yüzde kırkı değiştirildi. Böylelikle partide güçlü yapılanmalara veya birlikteliklere engel olunacağını biliyorlardı. Var olan milletvekilleri de kendi illerinde güçlü yapılar oluşturamazlardı. Çünkü illerindeki partililer, vekillerinin kalıp kalmayacağını dahi bilmezlerdi ve vekil olma şansı açısından herkes eşitti. Vekil olma mücadelesi çok çetin geçerdi. Zaten kendileri böyle bir süreçten neşet ettikleri için benzer bir yerden zaafiyet oluşmaması için her türlü tedbiri aldılar. Milletvekili lojmanlarının satışını bile bu çerçevede düşünebiliriz! Aynı sitede bulunan vekiller, bir evde toplanarak gece yarılarına kadar birçok konuyu informal müzakere edebilirlerdi ki bu uygulayageldikleri bir metoddu. Bu tür müzakerelerin ne tür sonuçlar doğurabileceğini en iyi parti tepe yönetimi biliyordu.

Son olarak da bütün bunları yaparken karşılaşacakları zorlukları yenmek için zamana bağlı program yaptılar. Diğer bir ifade ile, zamanla güçlendikçe bazı zorlukları kolaylıkla aşabileceklerini öngörebiliyorlardı. Bunun için de pragmatist olmalarının yeterli olacağına hükmetmişlerdi.

Ülkemizde iktidar olmanın rant dağıtmak olduğunu en iyi bilenler yine Ak Parti tepe yönetimiydi. Çoğunun belediye ve hükümet tecrubesi olduğu için musluğu elinde tutmanın insana ne tür kapılar açtığının da bilincindeydiler. Zamanla birçok sıkıntılarını çok rahat aşabileceklerini öngörmenin ötesinde biliyorlardı.

Neticede, Ak Parti yönetimi işe, Derviş-Fisher Transformasyonuna uygun olarak dev yatırımlarla başladı. Dış politikada işler zaten kolaydı! Yapılacak tek şey, AB-ABD politikalarına eklemlenmiş bir politika üretmekten ibaretti. Halkı ikna etmek de, ranta ortak olmuş muhafazakar bağlantıların efsane üretmesi ile ilgili bir operasyon haline dönüştü.

Şimdi, bundan sonra Ak Parti’nin yaptığı bütün çalışmaları son iki yazımda çizmiş olduğum çerçeveye rahatlıkla oturtabiliriz. Mükemmel bir model diyemem ama birçok sorunun cevabını rahatlıkla görebileceğimiz bir model olduğunu söyleyebilirim. Önümüzdeki yazımda bu konuda somut örnekler vererek değerlendirme sürecini sürdüreceğim.

Selam sevgi ve saygılarımla…
Prof. Dr. Mete Gündoğan

Bir yanıt yazın