Gönül, öyle bir şeydir ki; isteseniz de onu dibe düşüremezsiniz. Alçaldıkça kıymetlenir. Olgunlaştığında dalından kopan bir meyve gibidir. Düşmesi beklenen, dolgun ve lezzetli… Gönüller de alçaldıkça daha bir yükselir. Başkaca kavramlarda nadirdir bu tadı veren. Nihayet; alçak gönüllülük, tevazu olur, erdem olur, eşrefi mahlukat olur. Böylece, halk olur ve iktisada talip olur.
Para da talep olmaksızın arz üzere doğmuş bir değer ve ancak bir araçtır.
Allah (cc), Hz. Adem’i yarattı. Yeryüzünü ona arz etti. Hz. Adem’e (as) “arz” edilen dünya nimeti, ona emanet olarak verilen bedeni ve ruhu besleyip, şükrüne erdirecek bir kıymeti ifade eder. Bizlere, talip olmadığımız halde bahşedilen bir alemdir bu dünya…
…
İnsanın yaradılışı, dünyanın yaratılışının yansıması gibidir. İnsanın halife/halef oluşu müstesna. Zira; mülk Allah’ındır ve emanet, aynı emanettir. Dünyanın, ilk insanın ayakları altında arz oluşu, Ademoğluna bir tasarruf hakkı olarak bahşedilmiştir. Bahşetmek; bahşiş, ödül, hediye mesabesinde, karşılıksız ve emaneten arz etmektir. İşte; “para” da esas anlamını bu kökten alır. Para, insanların üzerinde dolaştıkları dünya mülkünün tasarrufunu iktisatlı, dengeli bir şekilde dağıtmak için olmazsa olmaz bir gereksinimdir. Hz. Adem (as)’ın neslinin halk edilmesi, nüfusun yeryüzüne denk bir şekilde dağılmasıyla gerçekleşmiştir. Dünyanın, namı diğer “arzın”, tasarruf biçimi iktisatlı olmayı gerektirir. Dünyayı tasarruf edenlerin de iktisatçı olmaları, bu dengenin gereğindendir. Nitekim, müminler Allah’ın (cc) orta yollu (mutedil, muktesit) kullarıdır.
İktisatçı olmak, insana istikamet telkin eden bir durumdur. Bir sorumluluk gerektirir. Herhangi bir işte ne aşırılığı, ne de kıtlığı/azlığı uygun görmez. Ne fazla, ne eksik; her şeyin olması gerektiği kadar olmasını uygun görür. Abartı, gösteriş, noksanlık ve yoksunluğu reddeder. İktisatçı olmak, ölçülü olmaktır. Mizanın denkliğini sağlamak; terazisini, topluma doğru ve düzgün tutmak demektir.
…
Tarım medeniyetinde, toprak, emek ve mahsul döngüsü iktisadi ölçülerin, günümüze değin en ideal uygulandığı süreçlerdi. Geçmişin, toprağa dayalı geçim döngüsü üzerindeki izlerinin toplumsal değerlerimize yansımalarını da görebiliyoruz. Anadolu’muzun bir çok yerinde bu anlayış hâlâ devam etmektedir. Ancak; eskiden daha yaygındı. Bahçenin ağacının yola ya da komşunun bahçesine uzanan dallarının meyvesine dokunulmazdı. Buna yol hakkı, komşu hakkı da denirdi. Dahası; ağaçlardaki meyveler tamamen toplanmaz; kuşun, böceğin hakkı gözetilir, bir kısım meyve dalında bırakılırdı. Tarladaki ekin de böyleydi. Güzelliklerin paylaşımı, göz hakkı gibi incelikler üzerinden topluma tesis edilirdi. Buna karşın, kusurların örtülmesi, gizlenmesi de uygun olandı.
Fakirlik, yoksulluk aidiyet duyduğu toplumun ayıbı olarak görülür, bu kişiler derhal ihya edilirdi. Hısım, akraba ve komşunun aç, açıkta kalması, toplumsal açıdan Allah (cc)’a noksanlık atfetmek gibi algılandığından, tövbe edercesine bu durum giderilmeye çalışılırdı.
Toprağın işlenerek bereketlendiği zamanlar, toplumlar bu terbiye ve töre üzerinde idiler. Dünyanın insanlığa arz edilişini, toprağı her an ekip biçerek en iyi şekilde değerlendirdiler. Üremek, çoğalmak bereket olarak görülüyordu. Nüfus arttıkça daha fazla toprak işlenecek, sürülecek, bereketlenecekti. Dolayısıyla; insanın emeğinin doğal bir pazarı oluşmuştu. Yeryüzü insana arz edilmişti. Buna karşılık, insan da emeğini toprağa arz ediyordu.
Dünya (arazi), emek ve para, aralarında arz üzere bir denge oluşturmuştu. Talep etmek, istemek, takvaca pek arzu edilen durum değildi. Bu gibi sakıncalardan olsa gerek talep etmenin, istemenin de bir adabı oluşmuştur.
Bir ihtiyacın, bir makamdan talep edilmesi, “Arz-ı hal (arzuhal)” şeklinde, yine arza dayalı bir isteme edebini doğurmuştur. Bir dilencinin istemesi bile; “Allah rızası için” sözleriyle başlamaktaydı. Allah rızası için isteneni veremeyen; ekseriyetle “Allah versin” diyerek acziyetini bildirir. Burada isteyen de; isteneni veremeyen de Allah’ı anar ve hatırlatır. Verebilmek için arzın genişlemesini dua eder. Bu durum günümüzde dahi bu şekilde devam etmektedir. Söylem, özünü yitirse de dilde kalmıştır.
Arzuhal’in “dilekçe”ye dönüşmesinde bile kısmen bir edepten söz edebiliriz. Dilekçe, dilek etmek gibi istemeyi zayıflatan bir ifadedir. Bu incelikler; dilimize yerleşmiş, adeta vücuttan kopan bir organın fantom ağrıları gibi inancımızla bütünleşen dilimizin güzelliğini ve kadim değerlerimizi yüceltiyordu.
Sadık Uslu