Mevcut ekonomi anlayışının temelinde kurumsallık vardır. Takip edilen veriler de bu kurumsallığı koruyup gözeten verilerdir. Ekonomi, bu verilerin iyileştirilmesi çabalarının bir toplamıdır.
İnsanın refah ve mutluluğu ise tüm bu çabaların dolaylı bir sonucudur. Yani ekonomi iyi olursa insanların da müreffeh ve mutlu olacağı düşünülür. Evet, kurumsal yapılar güçlü olunca insanın da güçleneceği varsayılır.
Ekonomik sistemin ancak tam istihdamda dengeye ulaşabileceği söylenir. Aslında bu da demektir ki kurumsal yapı tam istihdamda en güçlü seviyesine ulaşır. Dolayısıyla tam istihdam ile ilgilenmenin temel gerekçesi insanın refah ve mutluluğu değil ekonominin kurumsal yapısının güçlendirilmesidir. Tam istihdam emek üzerinden tanımlanır. Emek üzerinden tanımlandığı için de doğrudan doğruya insanı, insanın refah ve mutluluğunu ilgilendirdiğini düşünebilirsiniz. Lakin sistem açısından baktığımızda, bunun pek bir insani tarafının olmadığını görürsünüz. Bu veri bize var olan işgücünden ne oranda yararlanıldığını gösterir. O kadar.
İstihdam meselesinin insani tarafının eksikliği diğer bazı göstergelerle telafi edilmeye çalışılır. Bunlar da asgari ücret, açlık sınırı, yoksulluk sınırı gibi göstergelerdir. Sendikalar gibi örgütlü sivil güçler asgari ücret, açlık sınırı ve yoksulluk sınırı gibi göstergelerle işin insani boyutunu dışarıdan sisteme eklemleme mücadelesi vermektedirler. Buna demokratik mücadele de diyebilirsiniz. Ancak bu mücadelede kurumsal yapıları resmi otorite ile ayakta tutanlar öz evlat muamelesi görürler. Buna mukabil insanın refah ve mutluluğu için mücadele edenler ise üvey evlat muamelesi görürler. Sistem böyle bir kurguya sahiptir. Yani işin temel kurgusu bu şekildedir. En doğal insanî hakkınızı mücadele ederek almak zorunda bırakılmışsınızdır.
Gerçekten de sistem sizin bir şekilde istihdam edilmenizi ister. Ekonomik kurgunun sizin emeğinize ihtiyacı vardır. Bu emek sizin refahınızı temin eder mi? Sizi mutlu eder mi? Sistem bu tür sorularla ilgilenmez.
Ekonomik sistem, kendi temel kurgusu içerisinde, hak mücadelesini de bir bakıma kendisi üretmiştir. Temel kurgu yanlış bir zemine oturtulduğu için hak mücadelesi de yanlış bir zeminde yapılagelmiştir. Bugün hak mücadelesi, sarf edilen emek karşılığında alınacak olan ücret miktarı mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. Mücadele zemini pazarlıktır. Pazarlık, sistemi ya da kurguyu baştan kabul etmek demektir.
Pazarlık kolay bir şeydir. Kolay anlaşılır ve kolay yapılır. Muhatapları bellidir. Tek bir amacı vardır. Elinizde var olanları artırmak. Veren sistemdir. Yani ekonominin kurumsal yapısıdır. Alan ise kurumsal yapının dışında olup da kurumsal yapının ihtiyaç duyduklarıdır. Bu açıdan bakıldığında sistem aynı zamanda pazarlığın sınırlarını da belirlemektedir. Sistemin, kurumsal yapıyı temsil eden devletin eline emek için ayırdığı para da bellidir.
Sistem aynı zamanda her iki tarafı da eğitendir. Yani isteyen ne kadar isterse makul bir istek olacağını ve veren de ne kadar verirse makul bir harcama olacağını aynı kaynaktan öğrenmektedir. Kısacası her şey sistemin belirlediği ölçüler içerisindedir. Her şey kontrol altındadır.
Hâlbuki hak mücadelesi sistemin temel kurgusuna karşı yapılan bir mücadele olması gerekir. Mevcut sistemin içerisinde insanlar merkezde değildir. Merkezde olan, sistemin kurumsal yapılarıdır. Onların güçlendirilmesi veya güçlü olması esas olarak kabul edilmektedir. Bu temel kurgu değişmeden edinilen kazanımlar her daim konjonktürel olur. Geçici olur.
Ülkemizde sisteme karşı yapılan itirazlar her zaman dikkat çekmiştir. Bu itirazlar kurumsal yapının başından gelirse efsane olarak anılagelmiştir. Bu efsanelerden biri de profesör Necmettin Erbakan’dır.
Necmettin Erbakan 1996 yazında iktidara geldiğinde, devletin ekonomisi son derece bozuktu. İç borçlar Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 16’sına, dış borçlar ise yüzde 43’üne kadar çıkmıştı. Bütçenin yüzde 30’u açıktı. Faiz ödemeleri bütçenin yüzde 38’ini oluşturuyordu. Yatırımlar bütçenin yüzde 6’sına kadar düşmüştü. Vergi gelirlerinin yüzde 67’si faize gidiyordu. Özetle devlet, bütçenin yaklaşık beşte biri ile bütün ödemelerini karşılamaya mecbur bırakılmıştı. Yatırım yapamıyor, çalıştırdığına para veremiyor ve hizmetlerinin hiç birini layığı ile yerine getiremiyordu.
İşte böyle bir konjonktürde işe başlayan Erbakan’ın önüne önce memur maaş zamları getirildi. Sistemin ona biçtiği role göre hareket etseydi, memur maaşlarına en fazla yüzde 20 zam yapabilirdi. Ama O’nun itirazı sistemin temel kurgusuna idi. Kendisine biçilen rolü oynamadı. Memurlara öncelikle yüzde 50 zam verdi. Bu artış, o zamanın konjonktüründe inanılmaz bir artıştı. Erbakan onunla kalmadı, akabinde yaptığı iyileştirmeler ile dönemi başında 100 alan bir memur, Erbakan ayrıldığında 250 alıyordu. İşte o iyileştirmeler, kamu çalışanlarını uzunca bir müddet ekonomik dalgalanmalar karşısında korudu. Her daim Erbakan’ın hayırla anılmasına vesile oldu. Efsane oldu.
Peki, bugün durum nedir?
Bugünkü durum da o günkü durumdan farklı değildir. Ekonomide benzer sıkıntılar içerisindeyiz. Sistemin memurlara vereceği oranlar gittikçe küçüldü. Son toplu sözleşmede zam oranları, 2020 yılı için yüzde 4 artı 4, 2021 yılı için ise yüzde 3 artı 3 ve enflasyon farkları şeklinde olmuştu.
Bugün de sistem, yıllık tek rakamlı zamlara ancak müsaade etmektedir. Sendikal mücadele ile bu rakamların birkaç puan artırılmasına müsaade edebilir.
Lakin 2013 yılını baz alırsak, yani 100 olarak kabul edersek, 2021 yılında reel memur maaşları 104 olmuştur. Buna mukabil Türkiye ekonomisinin reel büyümesi 142 olmuştur. Diğer bir ifade ile ülke ekonomisinin yüzde 42 büyüdüğü bir dönemde memur maaşları yüzde 4 artmıştır. Memurlar ekonominin büyümesine bağlı olarak oluşan refah payını alamamış ve fakirleşmiştir.
İşte tam böyle bir konjonktürde sistem, idareye temel kurguyu koruma rolü vermektedir. Bu rol memurlara yapılacak hak transferlerini engelleme rolüdür.
- Şimdi Erdoğan acaba bu rolü kabullenir ve üstlenir mi?
- Yoksa sistemin ona biçtiği rolü bırakıp temel kurguya yönelir mi?
- Sistemin kendisine ördüğü duvarları yıkıp memurlara efsane olabilecek bir zam yapabilir mi?
- Örneğin başlangıç olarak net %40 verip, ondan sonra 2022 ve 2023’ün artışlarını çift haneli rakamlarla belirleyebilir mi?
Neden olmasın! Duvarların yıkılmasının tek engeli, duvarları tutan öğretilmiş çaresizliktir. Onlar aşılırsa, gerisi çok kolay gelir.
Zaten efsanelerin zeminlerini içinde bulunduğumuz gibi sıkıntılı konjonktürler oluşturur. Yönetmenliğini Levent Semerci’nin yaptığı Nefes filminde komutanın dillere pelesenk olmuş bir ikazı vardı; “Uyursan ölürsün!”
Buradan esinlenerek yapılacak en büyük ikaz;
Uyarsan düşersin.
Prof. Dr. Mete Gündoğan
Bu makaleyi Independent Türkçe için yazdım