“Yaşam tarzına müdahale” ifadesini çok sık duyuyoruz.
Bu ifade ülkemizde genellikle şu çerçevede algılanıyor; özgürlüklerin kısıtlanması, neyin nasıl yapılacağının dikte ettirilmesi, nasıl giyinileceğinin, nasıl yenilip içileceğinin, nasıl oturulup kalkılacağının belirlenmesi…
Bu çerçeve doğal olarak bütün yaşam alanlarını kapsıyor. İnsanlar hayatlarının kısıtlanması anlamına gelebilecek bu tür yaklaşımlara şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu şekilde yaşam tarzına müdahale korkusu kişileri ve kitleleri keskin bir pozisyon almaya yöneltiyor.
Ülkemizde bu ifadeyi sıkça duyuyoruz. Ancak son sıralarda küresel elitlerden de duymaya başlayınca fotoğrafı geniş açıdan yorumlama gereği doğuyor.
- Pekiyi, küresel elitler bizim gibi ülkelere “yaşam tarzına müdahale etmeyin” uyarısını niçin yapar?
- Onca insan hakları ihlallerine cılız bir tepki gösterirken, yaşam tarzına müdahale olasılığı karşısında neden daha uyanık ve net bir duruş sergiler?
Bunu iyi anlayabilmek için mevcut yaşam tarzımızın neleri ifade ettiğini gelin birlikte çözümleyelim.
Bütün üretim, insanların tüketimlerine yönelik yapılır. İster imalat sektöründe olsun isterse de hizmet sektöründe bu durum değişmez. Son kullanıcı diğer bir ifade ile “tüketici” insandır. Dolayısıyla her şey insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için yapılır.
Şimdi, üretim ya da tedarik zincirini düşünelim. Hammaddeden başlayarak adım adım bir tedarik zinciri ile son mamül üretilir. Son mamül bizim parasını vererek alıp tükettiğimiz mamüldür. Bu tedarik zincirinin her adımında dev yatırımlar bulunur. Milyonlarca insan çalışır. Binlerce alt ve yan sektörler oluşur. Şehirler kurulur. Yollar yapılır. Böylelikle onmilyonlarca insanın geçimi temin edilir.
Örneğin, bakkaldan aldığımız bir ekmeği düşünerek tüketimden üretime doğru birlikte basitleştirilmiş bir yolculuk yapalım. Siz bakkala gidip bir lira verip bir ekmek alıyorsunuz. Ekmeksiz doymuyorsunuz ve lezzet de almıyorsunuz. Ekmek tüketiminiz bir gereksinim ya da tarz. Siz bakkaldan bir ekmek alıyorsunuz ama o bakkal sadece sizin için değil birçok müşterisini düşünerek 2-3 kasa ekmek alıyor. O bakkala 2-3 kasa ekmeği fırından bir dağıtım arabası getiriyor. Tabi sadece o bakkala getirmiyor. Birçok bakkala getiriyor. Onun için de uygun büyüklükte bir araba ile bunu yapıyor. Buraya değin tedarik zincirimiz üç sektörden besleniyor. Araba üretim sektörü, plastik kasa ya da ahşap kasa üretim sektörü, ekmek üretim sektörü. Ekmek üretim sektöründen devam edersek ekmek fırınları karşımıza geliyor. Fırınların tedarikçilerine baktığımızda un üretim sektörü ve diğer katkıların üretildiği sektörler var. Tabi fırının kendisinin yapımı da başlı başına inşaat ve makine de dahil olmak üzere birçok sektörü ilgilendiriyor. Un üretiminden devam edersek değirmenler (un fabrikaları) ile karşılaşıyoruz. Değirmenlerin tedarikçileri de buğday üreticileri. Buğday üretimine baktığımızda da tarlalarda buğday ekip biçen çiftçileri tedarikçi olarak görüyoruz.
Bakkaldan bir lira vererek aldığımız bir ekmeği evimize biz getiriyoruz ama tedarik zincirini komple düşündüğümüzde evimize o bir ekmek milyonlarca insanın çalıştığı bir tedarik zinciri ile geliyor. Evimize getirdiğimiz o bir ekmek için muazzam bir endüstri kurulu. Bir üretim sistemi kurulu. Adeta bayrak yarışı gibi bir şey. En son etabı biz koşuyoruz. Ancak bize varıncaya kadar yüzlerce etap koşuluyor.
Şimdi, birazdan yazacaklarımız daha iyi anlaşılsın diye bir an için şöyle bir şey hayal edelim. Diyelim ki, her ne sebeple olursa olsun, ülkemizde ekmek tüketme alışkanlığı değişmiş ve onun yerine pirinç tüketilmeye başlanılmış. Bu takdirde, ekmek için kurulu olan bu düzende milyonlarca insan işini aşını kaybedecek demektir. Milyarlaca zarar doğacak demektir. Yeni düzene geçiş için milyarlaca masraf yapılacak ve zaman kaybedilecek demektir.
Dolayısıyla bizim ekmek tüketme alışkanlığımız mevcut yapıda milyonları ilgilendiren bir üretim sektörünün yerleşmesinin de teminatıdır. Bu alışkanlığın bir şekilde değişmesi bu sektörü krize sokar.
Aynı şekilde, giyinme tarzımızı düşünün. Mağazadan alacağımız bir gömleğin ardındaki tedarik zincirini düşününce, yine milyonlarca insanın çalıştığı dev bir endüstrinin kurulu olduğunu anlarız.
Aklınıza tükettiğiniz hangi mal gelirse gelsin o malın tedarik zincirini düşündüğünüzde milyonlarca insanın çalıştığı dev endüstrilerin kurulu olduğunu görürsünüz. Neticede, mevcut tüketim tarzımız yerleşik üretim düzeninin varlık sebebidir. Tabi üretemediğimiz ya da üretmediğimiz yerlerde tedarik zincirini ithalat oluşturuyor. İthal ederek üretimi ikame etmiş oluyoruz. İthal ettiğimiz mamül maddenin de tedarik zincirine baktığımızda o ülkede milyonlarca insanın çalıştığı dev endüstrilerin varlığını görürüz.
Buradan hareketle şunları rahatlıkla ifade edebiliriz. Bizim mevcut zaman dilimi içerisindeki yaşam tarzımız aynı zamanda bir tüketim tarzımızdır. Mevcut tüketim tarzımız ise mevcut kurulu endüstriyel düzenin kuruluş sebebidir. Varlık sebebidir. Dahası, bu ilişkinin değişmemesi için de ayrı bir sektör oluşmuştur. Reklamcılık, medya, eğlence, yazılı sözlü düşünsel üretimler vs. Hepsini ifade etmek için özetle “düşün” sektörü diyebiliriz. Düşün sektörü, mevcut endüstriyel düzenin kontrolsüz değişmemesi için mevcut yaşam tarzlarının sürdürülmesini temin etmeye çalışıyor.
Şimdi buraya kadar yazdıklarımızı özetleyelim…
Mevcut yaşam tarzımız bizde bir tüketim alışkanlıkları tarzı oluşturdu. Bu tüketim alışkanlıklarına göre mevcut üretim sektörü kuruldu. Küresel elitler bu üretimin yani kurulu üretim düzeninin sahibi. Dolayısıyla da ekonominin sahibi. Elbette yaşam tarzına müdahalelere ya da yaşam tarzını değiştirme taleplerine çok duyarlı olacaklardır. Daha kanaat, israf, infak, ihsan gibi kavramlara değinmiyorum bile! Mevcut düzende bu kavramların sistematik karşılığı da yok zaten.
Eğer sizin yaşam tarzınız bu kurulu üretim düzeninde bir kriz çıkarmıyorsa herhangi bir sorun olmaz. Örneğin, petro-dolar ülkelerinde binbir lüks içinde yaşayan müslümanlar için yaşam tarzına müdahale ikazına gerek yoktur. Batılı ya da küresel elitlerin bütün üretimlerinin oralarda tepe tepe tüketildiğini biliyoruz. Kişi başına kozmetik ürünleri tüketimi bile Batı’dakinden yüksektir. O halde sorun yoktur!
Ülkemizdeki yaşam tarzına müdahale algısının biraz yanılgı ya da bir proje üzerine oturtturulmuş olduğunu anlıyoruz. Özgürlükler üzerinde kısıtlayıcı veya zorlayıcı bir girişim ya da niyet olmamasına rağmen, küresel elitlerin bu konuyu çok yakından takip etmesi gayet doğaldır. Bu çözümlemeden anlaşılacağı gibi, üretim sistemleri ya da ekonomiler mevcut tüketim tarzına, diğer bir ifade ile, bizlerin yaşam tarzına dayalıdır. Burada yapılacak bir değişim onları krize sokar. Şu anda ise krizlerini daha da derinleştirir.
Tabi buradan farklı bir durum da ortaya çıkıyor. Bizler mevcut yaşam tarzımız ile adeta mevcut üretim sisteminin köleleri haline getirilmiş oluyoruz. Onların ürettiklerini tüketmek mecburiyetinde bırakılıyoruz. Onların üretimleri ya da ekonomileri yönünde gelişiyoruz ve değişiyoruz. Kısacası üretim bizi güdüyor. Tüketimden gelen gücümüzü ise tamamen unutmuş durumdayız.
Küresel elitler, bizim gibi ülkelere “yaşam tarzına müdahale etmeyin” uyarısını işte bunun için yapar. Halbuki, yaşam tarzımızı değiştirmeden küresel elitlerin tüketici köleleri olmaktan kurtulamayacağız. Neticede, eğer isyan edilmesi gereken bir durum var ise o da mevcut yaşam tarzımızdır.
Varsın biz helak olacağımıza onların ekonomileri helak olsun…
Selam ve Sevgilerimle…
Prof. Dr. Mete Gündoğan